
Seanstan Sonra Terapist Ne Düşünür?
Yeni eğitim döneminin telaşını uzaktan seyreder, minicik omuzlarına hayatın yükünü almaya başlayan çocuklara bakarken kendi çocukluğumuz, okul ve oyun arasında geçen günlerimiz ne kadar da daha dün gibi geliyor bize. İster 20 ister, 60 yıl olsun herkes için okul ve oyun günleri daha dün gibidir. Eylül güneşiyle her yıl canlanır geçmiş. Taze basılmış kitabın kokusu , sabah telaşları , anne babalar, kardeşler, yaz bitiminde özlenen arkadaşlar ve öğretmenler şimdi neredeler?
Hepsi ölmüştür artık, biyolojik bir ölümle değilse de bizim hayatımızdaki yokluklarıyla. Tıpkı ölen çocukluk ve ilk gençlik gibi.
Çocukluk kendine has sıkıntıları ve korkularıyla sanıldığı kadar mutlu bir evren olmasa da özgür bir dönemidir ömrün ve bu özgürlüktür onu daha sonra hafızamıza şen ve asude bir dönem olarak kazıyan. En kötü yaşanmış çocukluğun içinde bile bir ışık, rahmet vardır. Özgürdür çocuk çünkü zaman hakkında bir fikri yoktur. Bir yıl onun için henüz bir yüzyıl gibidir. Oysa yıllar birikmeye başlar başlamaz zamana dair bu zannın verdiği hissin özgürlük değil, beyhude bir serazatlık olduğunu anlamaya başlarız. Yelkovan ve akrep arasında sıkışmışızdır ve korkular hayatı felç etmeye başlar.
Korkular, kaygılar ya da hayatın sıradan sıkıntıları , bungunluk, anlamsızlık ve geçip giden zamanın dönüşsüzlüğü altında bugün yaşamak yerine korku ve endişeyle donmuş kaç hayatın üzerine doğdu gün?
Terapi odaları bize insanın ve kaygının, insanın ve dünyaya sığamazlığının, insanın bir odanın kenarında sakince oturamazlığının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. İnsan hem eyleme geçmiyor, geçemiyor hem de üzerinden geçip giden zamanın, her anının her an öldüğünün farkında. Kendini bir nehre bırakmış da çaresizce o nehirde kayışını seyreder gibi ızdıraplı.
Çoğu zaman terapi odalarında anlatılan öyküyü aşan bir acı keder ve yas eşlik eder insana. Zihnin değildir, bu acı kalbin acısıdır. İnsanlar sorarlar “anlıyorum, bu kadar acı bir şey yok peki neden yine de acı çekiyorum, kaygılıyım, korkuyorum?”
Çoğu zaman bir kırılma yaşanmıştır belki o atlatılabilecek gibidir ama o kırılmayla bir farkındalık başlamıştır. Hayatın çocukluk çağının yıllarla ölçülemeyecek kadar çok gerilerde kaldığı, saatin işlediği, yeteneklerin ve imkanların belirlenip sabitlendiği ve bütün bunların çoğunun doğduğumuz yere, aileye, ülkeye, imkanlara vb. göre yani irademiz dışında şekillenmiş olduğu gerçeği. İstediğimiz gibi biri olamadığımız gibi istediğimiz insanları bulamamış ve bulduklarımızın da zan, kurgu yanılsama olduğunu keşfetmişizdir. Ve yelkovam hızla akrebi kovalamaktadır.
Rilke , “herkes kendi ölümünü taşır koynunda” derken belki kaygıyı düşünmemişti ama kaygı da tam göğsümüzde beliren bir sıkışmadır. Bilinçaltının baykuşu kulaklarımızda, rüyalarımızda “dönüşü olmayan sefer”den bahseder. Çocukluktan ilk gençliğe, ilk gençlikten gençliğe, orta yaşa, ileri orta yaşa ve ileri yaşa diye mümkün olduğunca uzatmak ister gibi bölümlediğimiz hayat her uzatmanın yeni bir ölüm olduğunu imler. Şefkat vermeyen anne babalar, anlamayan evlatlar, ihanet eden sevgililer, farkedilmeden geçen gençlik sanki daimi bir güz sarmıştır her yanı.
Bütün bu olanların arasında “dön kendine bak” diyen birinin sesi ne kadar da rahatsız edicidir. Rahatsız edici, anlayışsız…
Suçluluk, pişmanlık ya da eskilerin dediği gibi hasret kişiyi avucuna almıştır. Geçmişin güzellikleri özlem, kayıpları pişmanlık olarak o billur ,ışıklı hayat kadehinin dibinde tortulanmıştır. Yine de umut etmekten vazgeçmez kişi ve bunun yaşama tutunmanın en iyi yolu olduğunu düşünür. Umut asla kaybetme denen şeydir. Umudu arar, umudu bekler, gözler .
Kişinin umut etmekten anladığı, umudu yitirmemekten anladığı çoğu kez beklemektir. Bekler ve umut ettiğini düşünür . İyi bir şey yapıyordur ama hiçbir şey değişmez. Çünkü bu durumda tam da bütün umutlarını kaybetmesidir yapması gereken. Bütün umutlarını kaybetmek, vazgeçmek ve ayağa kalkmak. Beklenen yoldan gelmeyecektir yolcu… Ufuklarda değil içimizin derinliklerinde olmalıdır gözlerimiz. Orada ölmesi gerekenin ölümünü metanetle karşılayıp yeni doğumlara yer açmalı.
Benlik bir zandır, ölen bir zandı. Bırak ölsün. Değmezdi, de, değerli olan değecek olana hakkedene yönel.
Keşke elimizde büyülü bir deynek olsa da uzun uzun acılar çekmeden dönüşebilse kişi.
Ego yerini benliğe terk etse, kişi ayağa kalksa ve bu hayat benim, bana bir defalığına verildi. Var olmayı seviyorum, hayatı seviyorum ve bu hayatı nasıl yaşamam gerektiğini bulacağım, bu hayatta neyin değerli olduğunu bileceğim, nasıl yaşamak doğru yaşamaktır, bu hayatta değerli olan nedir, bulacağım ve olacağım.
Yadında mı doğduğun zamanlar?
Sen ağlar idin gülerdi âlem;
Bir öyle ömür geçir ki olsun
Mevtin sana hande halka matem.