
Palyatif Toplum
Byun Chul Han’ın yeni kitabının adı Palyatif Toplum. Tıpta temeldeki hastalığın tedavisinin mümkün olmadığı durumlarda hastanın şikayetlerini, acılarını gidermeye yönelik tedaviyi tanımlayan bir terim. Kökeni Latince “pallaire” sözcüğü ki “paltoyla örtmek,” anlamına geliyor.
Yazar, modernizmle başlayan insanın sembolik sistemden sökülüşünün insanlığa muazzam bir irtifa kaybı olarak dönüşüyle büyüyen orta endişelerimiz üzerinden konuşuyor. Acı deneyiminin baskılanması üzerinden kaybettiklerimizi tespit ediyor ve tam da bu kaybın bizi getirdiği zombi dünyasına dikkat çekiyor.
Kitap boyunca yazarın anastezi toplumu, hedonist toplum olarak tanımladığı günümüz toplumlarının gerçeklikten kopuk yaşamının betimlemesi okuyucuya o korkulan gelecek sanal günleri zaten yaşanmakta olduğunu hissettiriyor.
Yazara göre böyle bir hayat artık hayat değil, sadece hayatta kalmaktır. Böylesi bir durum hayatı optimize edilmesi gereken biyolojik bir sürece indirger. Yaşamda kalmaya dönüşen hayatların iyi bir örneği olarak yakın zamanda yaşadığımız pandemi şokunu örnek veriyor. Yaşadığımız şokun sebebi tam da gerçeklikten kopuk yaşamlarımızdı. Virüs, bütün inşaalarımızı bir anda dekora döndürdü. Sokaklarımızı, trenlerimizi, vapurlarımızı, gemilerimizi, fabrika ve üslerimizi antik çağa yakıştırdığımız bir şeye; “gerçek dünya”ya teslim ettik ve evlerimize, odalarımıza çekildik.
Bir balığın sırtında yaşayan Sinbat’ın kendini gerçek dünyada sanması gibi biz de suların altındaki canlıyı, altta her an derin sularda kayıp gitmeye hazır kıpırdayan büyük balığı unuttuk. Oysa gerçek dünyanın en büyük kısmı virüslerden oluşan bir dünyadır.
Yazara göre, meta-fizik boyutundan kopmuş, anlamdan boşalmış ve ölçülebilir sayılabilir olana sıkışmış bir var bulunuş durumu yaşadığımız. Semboller, ritüeller, anlatılar soluklaşmış.
“Hayatta kalma kaygımızla biz de virüse, o ölememiş varlığa, sadece ürüyen yani yaşamaksızın hayatta kalan varlığa benzeriz. “
İnsan acıdan kaçıyor, gerçeklik, yaratıcılık, yenilik, devrim keşif, büyümek de insandan. (Çünkü) ıstıraba ses verme ihtiyacı, bütün hakikatlerin ön koşuludur”, “ıstırap öznenin omuzlarına binen nesnelliktir.”
Kişisel olana adanmışlığımızın altındaki “gönüllü kendinin sömürünün”, gelişim etiketi altında “işlevselliğin optimize edilişinin” ve bütün bunları da özgürlük adı altında yapıyor oluşumuza da değinmiş yazar. Bizler “efendisinin elinden kamçıyı alarak kendi kendini kırbaçlayan” köleleriz.
Temelde Chul Han insanın biyolojik düzeyden insan oluş haline ulaşması için gerekli uyanıklık halini bize farklı ve başka olanın sağlayacağını söylüyor. Alışılmış olanın uyuşukluğundan başkalık bizi uyandırabilir. Deneyim ancak başkalıktan çıkar. Bu yüzden acıyı yadsıyan hayat şeyleşmiş bir hayattır.
Oysa bugün aşk acısının bile dışlandığı bir dünyada yaşıyoruz. Her şeyde bir amaç aramak ve sürekli bir iyi oluş hâlinin peşinden koşmak kendimizi kendi elimizle şeyleştirmek ve deneyime kapamakla sonuçlanıyor.
Chul han “Ürpermekten aciz bir bilinç, şeyleşmiş bir bilinçtir. Deneyim yaşamaktan yoksundur, (…) Her tür acıyı yadsıyan bir hayat şeyleşmiş bir hayattır. Yalnızca öteki tarafından dokunulmuş olmaktır hayatı canlı tutan. Aksi taktirde aynının cehenneminde hapis kalır.”
Yazarın bu tanımı tam da “bilincin” öldüğü bir çağın tanımını veriyor bize. Uyuşturulmuş varlığımızla artık “ürpermemiz de, varlığı ürperti hissiyle boyamamız” olasılığı da bizde bir hatıra olarak bile yankılanmıyor.
Oysa yazarın da dediği gibi “Adorno ‘diken diken olan tüylerin’ ilk estetik resim olduğunu söyler.”
Bugün insanlığa dair “son insan”dan konuşma noktasındayız, insana dairse, her gün ilaçsız yaşayan kaç insan kaldı diye sormak, düşünmek bile istemiyoruz.
İnsan olmanın anlamına dair endişelerimizin yükselip taştığı bu günlerde okunası bir kitap.